30 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Garip Mandalinya Hikayesi


Heede edüü diyerek, parmağıyla göstererek mandalina istediğini anlattı.Kırmadım verdim.Önce vahşice kabuğuna saldırdı.Suyunu akıııtaa akııtaaa yemeye başladı.Sonra baktı ki mandalinayı ona veren yardımsever bir muhterem var orda e ödüllendirmek lazım tabii, ağzından çıkardığı kabuğu bana verdi.Kabuk yemeyi bu şekilde bitirdik, sıra mandalinaya geldi. Mandalinada da aynı sergüzeşti (edebiyat dersleri bir işe yarasın) yaşadık.Isırıyor, sonra bana veriyor sonra benden tekrar alıyordu. Böyle bir döngü içinde koccaaman bir mandalina yedik.Aynı dilimi bir o salyaladı bir been.

Yaptığımızın tuhaf olduğunu fark edemeyecek kadar küçük olan Duru, fark edip de umursamayacak kadar eğlenen ben, bu işlemin sonucunda misleeer gibi mandalina kokuyorduk.

Pemra.

29 Kasım 2009 Pazar

Burun Akıntısı

Ay hızımı alamadım galiba ama bunu yazmak istedim, sonra unuturum falan...

Bayramda Eskişehir'in yakın mesafelerini adımlamayı kendime borç bilince hastalanmak kaçınılmaz oldu, bi de orası daha bi soğuk oluyo. Tam hastalanmak değil aslında, zaten ordayken de annemi toz alerjisi falan diye kandırmaya çalıştım, inanmadı ya neyse.. Şimdilik sadece burnum akıyo, iğrenç benzetmeler geldi aklıma birden ama gerek yok, kimsenin midesi bulanmasın. Sadece "çok" aktığını söyliyeyim yeter.

Artık domuz gribi diye de beni nasıl korkutmuşlarsa pek bi telaşlandım. Aslında alt tarafı birkaç gün burnum düşerek dolaşırım ama işte, domuz gribi... Kendi kendime düşünüyorum, ya aslında kronik hastalığı olmayanlara bişey olmuyomuş, ama dur, aman allahım, benim alerjim var, ne yapacağım, ya ölürsem, böhüü, daha Yürüyen Şato'yu yedinci kez izleyemedim.. Tabii doktor alerjimin sorun yaratmayacağını söylemişti ama, böyle telaşlanmaya dünden razı birine pek de derdini anlatamazsın-galba anneme çektim. O daha burnum bile akmazken hasta ilan edebilir beni, ama yazık, bakmak zorunda olan da onlar.

Ne diyodum, hah, telaşlandım. Gözümü kararttım ve daha önce burnum aktığında kılımı kıpırdatmazken bir takım acil durum önlemleri almaya giriştim. İlk işim buhar yapmak oldu tabii. Aslında nefret ederim, ama bu sefer pek bi istekle eğdim kafamı. Sabahlığımı kafamın üzerinden geçirip üzerimi örttüm ve tencereyle başbaşa kaldım, artık nasıl bi istek duyduysam- anlatışa bak.. Bu buhar cilde de iyi geliyomuş biliyo musunuz? Burnumu çekerken bi yandan da sinsi gibi bunu düşünüyodum, ooh, bi taşla iki kuş, hem burnum düzelicek hem de cildim ışıldayacak, hergün bi kere yapsam ya bundan, vallahi pırıl pırıl olurum... Bence hep hasta olduğumdan söylüyorum bunları(şimdi de hastayım gerçi).

Ay, aman, yalnız bi terliyosunuz bi terliyosunuz sormayın. Bu sefer işi ciddiye aldığımdan üstümü kapattım buhar kaçmasın diye. Aslında başka zaman annem zorladığında, ağzım yarı açık, televizyona bakarak, arada adet yerini bulsun diye burnumu çekerdim. Şimdi öyle değil ama. İlaç içtim, sabah adaçayı içtim, iki portakal suyu içtim. (Bu tedavi de ne acayip şey, ya içiyosun ya çekiyosun!) Şu anda da ocakta ıhlamur kaynıyo mesela. Ona da ayrı bi özen gösterdim. Tamamen bu hastalıkla ortaya çıkan sinsiliğim burda da devreye giriyor ve "Heh heh, bahçenin ıhlamuru bu, tamamen organik, daha yararlıdır ki bu." şeklinde düşünceler kafamda dolanıveriyor. Ama doğruya doğru, ne GDO'su ne bişeyi var, mis gibi ıhlamur işte. Bu ıhlamura tarçın, elma falan da konuyomuş, öyle daha yararlı oluyomuş diye duydum. Bir buçuk çubuk tarçın(sonraya da kalsın ama şimdi de çok koyiim hesabı) elimin ayarsızlığından bol bol da toz tarçın döktüm. Bir elmayı vahşice ve rastgele küçük küçük dilimledim ki iyice yayılsın(sanki kimyada böyle bi kurallar vardı) ve sırf vitamin olsun diye elmanın kalanını yedim. Şimdi de ıhlamur ocakta, kısık ateşte salınıyo, yavaş olsun da iyice demlensin diye kendimce de bi mantk yürüttüm.

Evet, azmettim, akşam olduğunda iyileşmiş olacağım, olmadı öbür gün, ya da diğer gün! Ama azmettim yani...

Zeynep

Edit:İlgilenir misiniz bilmem ama kısmen iyileştim sayılır. Kendimi topluma mâl olmuş hissediyorum, deney başarılı oldu(kısmen)!!!

28 Kasım 2009 Cumartesi

***
Kar yağsın istiyorum. Küresel ısınma muhabbeti çevirecek değilim, benimkisi bildik ilk kar heyecanı... Kar ilk yağdığında ortalığı böyle garip bir sessizlik kaplar ya. O sessizlik sadece bana aitmiş gibi hissederim ben. Kulaklarımı doldurur, kalbimi çarptırır o sessizlik. Ama çok hoş değil mi, tesadüfen baban arabadan birşey almaya falan yollamış seni, gece, kar yağıyor. Sokak lambalarının solgun ışıklar beyaz karlara düşmüş. Gerçekdışı bir dünya gibi. Ve sen ilk adımı atıyorsun, kar yeni yağıyor, ona dokunuyorsun. O ilk adımda çıkan kıtırtı...ay şu an düşününce çok heyecanlandım, ellerim titrek olacak neredeyse... neyse işte, o kıtırtıyla bi sarsılırım ben, sessizlik kırılır, yine de daha bi mutlu olurum. Eh, az birşey mi, yağan ilk kara ilk ayak basan insanım, şu anda hayal ederken bile kendimi tutamıyorum, o anda da hafif deli gibi, kocamaan sırıtırım herhalde..

Yılbaşları da kar olmazsa pek bi eksik olur mesela. Yeni yıla kar'la girmek bence en çok istediğimiz hediyeye kavuşmak kadar muhteşemdir. Bir de ikisinin birden olduğunu düşünsenize... Heh heh! Yılın son günü de bu yüzden-özellike tanecik kadar bir kar bile yoksa- müthiş stresli geçer. Son ana kadar umut edilir, artık geriye doğru sayılırken bi ara tek göz dışarı kayar. Hani sanki mucize gerçekleşcekmiş de tam sıfırda egzantirik taneler aşağı yuvarlanacakmış gibi. Vallahi elimde olsa ben kar olur yağardım, yeter ki yılbaşı kurtulsun! Yaa, işte sırf yılbaşını kurtarmak için kar olmaya razıyım(aslında pek külfet gibi de gelmiyo(!))-(çok parantez oldu).

Bu sene kar ilk yağdığında dışarıya bir kulak kabartın. Belki sevinç çığlıklarıyla deli gibi oraya buraya yuvarlanıp ağaç dürtükleyen birini duyarsınız, o ya benimdir, değilsem de o kişiyle tanışmak istiyorum, lütfen benim için bi konuşuverin!!

Zeynep

27 Kasım 2009 Cuma

Küçük Şeyler Sevindirir Ruhumuu

Bir gün internette gezerken bir başlık gördüm : "Her Gün Bir Fotoğraf”. Başlığı okumamla Özge Hanım’ı aramam arasında çok az bir zaman farkı vardı. Fikir orijinaldi ve dayanılmaz bir çekiciliği vardı.Konuşmamız doğal sürecinde işledi ve alacağımız makinalarla neler çekebileceğimizi konuşmaya başladık.Evde telefonla konuşurken ilerleme kaydedemeyeceğimizden araştırılmak üzere bu konuyu bir kenara bıraktık. Yaklaşık bir saat sonra Özge Hanım telefon etti, sesi heyecanlıydı : “Peemra bizim dersanedeki falanca insan bana az önce konuştuğumuz fotoğraf makinalarını sordu, fiyatı hebele hübele dolaylarındaymış.Bu bir işaret olmalı gidip almalıyız !"
Fiyat uygundu ve fikir güzeldi, çeşitli pürüzler vardı tabii ( filminin çok pahalı olması ve artık o tip makiaeların üretilmemesi gibi) ama artık bir numaralı gündem maddesi bu makinayı bulmaktı. Çok geçmeden makinayı ne amaçla kullanacağımıza da karar verdik, her şey hazırdı yalnızca makina yoktu ve bunun üzerine biz aç kurtlar gibi Kızılay'ın her yerine saldırdık.Bla bla pasajındaki Fatih'ten, hop hop cup cup pasajındaki Ali’ye ordan oraya ordan oraya yönlendirilerek (Ankara'nın yardımsever esnafı sağolsun) makinalar ve filmleri hakkında epey bilgimiz oldu. Pek tabii bu çabaların sonunda makinalarımızı bulduk!! 


İçim de tuhaf bir korku da vardı doğrusu, ya başka biri gördüyse ya alırlarsa ya sevgili fotoğrafçı amca o gün tükkanı erken kapattıysa?! Paraları ele geçirir geçirmez bir telaş, bir heyecan koşturduk makinalarımıza. Ufak tefek bi pazarlıktan sonra kutularının içinde iki adet makina elimizdeydi(vuuuhuu)! Birkaç gün önce koşturarak telaşlı adımlarla gezdiğimiz Kızılay'ı o gün şapşal bir gülümsemeyle (kucağımızda makinalar) ve rahat adımlarla gezdik.
İşte Özge ve ben ilk polaroid fotoğraf makinalarımıza böyle sahip olduk.Pahalı olduğu için henüz filmimiz yok ama olsun bizim makinamız var ki.

Aynı gün elime geçen eski bir Fikret Kızılok kaseti, 80lerden kalma bir jile ve birer liraya aldığım nba 97(oyun) cdsi, bir Will Smith film cdsi beni mutlu eden küçük şeylerin devamı sayılabilir pekala.


1 Kasım 2009 Pazar