18 Ağustos 2010 Çarşamba


TATİL BİTTİ
TATİL BİTT
TATİL BİT
TATİL Bİ
TATİL B
TATİL
TATİ
TAT
TA
T.

30 Temmuz 2010 Cuma



"Tanımlar istiyorlar sizden;sonradan aynı tanımlarla canınıza okumak için.Tanımlarınız yoksa bu sefer konuşturmuyorlar sizi.Tanımlar vermeyen insanlar saçmalar diyolar.Saçmalarla uğraşamayız." 

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Lozan

'-denizde balina felan yok mu?
-gerçek olan filmlere niye film diyolar?
-en güzeli belgeseller orda hayvanları kameraya çekiyolar.
-bulur onlar bulur filmci onlar'
-babama sordum titanik filmini, çok eskiymiş ama gerçekmiş.
bugün benim doğum günüm eyyyyyyyy blog...Bilgisayar kapanmak üzere biz bir parktayız ay var gittik eyvah (24.07.2010)

yukardaki yazı sınırlı bir internetle bir çocuk parkından bir gece yarısı yazılmıştır.ordaki diyaloglar da çocuk parkındaki çocukların gece muhabbetidir.sabahları salıncaklarında sallanılan,kaydıraklarından kayılan parka gece çökünce bir dönme dolaba oturulur ve çeşitli konulardaki bilgiler ortaya konup ispatlanmaya çalışılır.Biz biraz yaşlı kaçtığımız için bank uygun görüldü bize.Ama salıncaklar boş olduğu için de gönlümüzce sallanabildik.Onlar ise 'titanik' le ilgili bilgilerini paylaşıyolardı.Daha okumayı yeni sökmüş olmalarına rağmen birçok konuda bilgileri vardı.Aslında 24'temmuz la ilgili birkaç kelam edecektik ama kısmet olmadı çocukların muhabbeti bizi de fena sardı.Evet çok tatlılı bir 24 temmuz geçirdim sabahtan akşama kadar tatlı bi seyler yedim diyebilirim,günün şerefine (ilk defa) bi el de olsa pemra yı tavlada yendim.bi de sürekli kıyafet değiştirdik,bi de sürekli fotoğraf çektirdik,ayrıca paloraidle de 5 tane fotoğraf çektik gün içerisinde.Ki bi ayda bi tane bile çekemezken bu bizi sarstı.bi tanesinin de yanlışlıklaa olduğu düşünülce neysee üzülmeye luzüm yok bir deniz manzarası birde torbadan bir şeyler alan bir pemra oldu.ha pemra demişken pemranım aklınıza bir şeyler gelirse çekinmeyin yazın..

21 Mayıs 2010 Cuma

KIRMIZI DERİ KOLTUK

Az önce maketteydim(gerçi az öncenin üzerinden biraz zaman geçti). Evden kendimce karışık bir giyim tarzıyla çıkmıştım. Kendimi yolda görsem “So eighties” ifadesiyle gözlerimi devirirdim ama kimsede öyle bir alarm durumu görmediğime göre her şeye rağmen ihtiyatlı giyinmişim. Oysa markete tebdil-i kıyafet gitmenin heyecanına kapılmıştım, sosyolojik araştırmalar falan
hayal ediyordum. Her neyse, meselemiz bu değil. Markette küçük bir kızın açılır kapanır kapıyı komuta etmeye çalışmasını izlerken artık bu yazıyı yazmam gerektiğine karar verdim. Sevgili (aslında takip etmeyen) takipçilerimiz, bu benim veda yazım. Burası da yazının toparlayamadığım tek kısmı olduğundan “neden” kısmını atlayıp bu yazıyla ya da vedayla hiçbir ilgisi olmayan küçük kıza dönüyorum, öbürü elbet bir şekilde ağzımdan kaçar: P

Küçük kızın markette açılır kapanır kapıya hükmetme çabaları beni biraz hüzünlendirdi doğrusu. En son ne zaman böyle bir girişimde bulunduğumu hatırlamıyorum. Ama bu saf inancımı kaybetmek beni korkutuyor. Büyüme telaşesiyle en önemli parçaları toparlayamadan bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz sanki, koşarken de elimizden parçalar yuvarlanıveriyor. Ah bu ergenlik fena dağıtıyor ortalığı. Tabii sonra yeni yeni parçalar topluyoruz ama gitmek zorunda mıydı öbürleri? Ne yani, bedel mi onlar, hayat “Ezel” değil ki durmadan bedel ödeyelim. Bence unutmuş da olabiliriz sadece. Tek yapmamız gereken hatırlamak, sonra tekrar inanabiliriz açılır kapanır kapıları bir sözümüzle açıp kapayabileceğimize, buradan İstanbul’a altı günde yürüyebileceğimize, uzaylıların sonunda gerçekten geleceğine, annemizin sigarasını camdan attığımızda bir daha içmeyeceğine ya da kanatsız uçabileceğimize.

Eh artık konuyu bağlamanın zamanı geldi. Belki de bu blog, hiç hak etmediği halde, bana o çocukluğu kaybetme duygularını hatırlatıyodur ama bana öyle geliyor ki bunu sadece üstteki paragrafa uygun bi sonuç olsun diye uydurdum. Emin olduğum asıl neden artık yazmayı canımın istemediği. Sadece içimden gelmiyor. Ay zaten pek yazdığım yoktu, hiç olmazsa böyle bir blog yazarının varlığı tamamen unutulmadan bir veda edeyim dedim. (En azından yazı yazmışlığım var bir iki kere, bunu yapmadan unutulanlar da var.) Ama ne yapacağım biliyo musunuz? Ben böye bi tane eski kırmızı deri bir koltuğum olsun istiyorum. Vintage. Şimdiden o koltuğun da yer aldığı bir sürü hayalden anım birikti. Belki de yeni açılır kapanır kapım o kırmızı deri koltuktur. Sakin bir İstanbul öğleden sonrasında o koltukta oturup kitap okumak da, o koltuğa kıvrılıp uçmak da mümkün olsun istiyorum. Ama önce koltuğumu bulmam gerek tabii. O koltuğu, kaybettiğim diğer her şeyle beraber bulmak üzere yola çıkıyorum o zaman. Kırmızı deri koltuğum, içine sıkışıp kaldığım bir kafes değil beni özgürleştiren kocamaaaaaaaaaaan bir dünya olacak. Ne yazık ki bu blog benim kırmızı deri koltuğum değil. Ben onu bulmaya gidiyorum. Dilerim siz de kendi kırmızı deri koltuklarınızı bulursunuz sevgili takipsiz takipçiler.

Hoşça kalın-güle güleyin (bir gün bu ikisini doğru anlarda söylemeyi başarabilirim bence)

(Aaa, aslında küçük kızın biraz ilgisi varmış neden’le)

Zeynep

20 Nisan 2010 Salı



Yaratıcının temel ihtiyacı bağımsızlıktır.
İşleyen bir kafa baskı altına çalışamaz.
Bunu engellemeye, her hangi bir gaye uğruna feda etmesine imkan yoktur.
Hareket ve çalışmalarında tam bağımsızlık ister.
Bir yaratıcı için insanlarla olan bütün ilişkileri ikinci derece sayılır
Yaratıcıların benliği olmadığı iddia edilemez.
Onların güçlerinin bütün sırrı budur.
Yaratıcılar, kendi kendilerine yeten, kendi bildiklerini yapan, kendi yollarında yürüyen insanlardır.
Yaratıcı kimseye ve hiçbir şeye hizmet etmez.
O kendisi için yaşar.
(yaratıcı : başrol)

9 Mart 2010 Salı


Su,yeşillik,küçük bir kulübeye
Yarım kalmış ya da hiç başlanmamışlarla dolu bir valizle
Zamandan da gerçekten de uzakta
Belki Kaf Dağı'nın ardında
Ama kendin kadar tanıdık küçük bir kulübeye
Yeni ezgilere,yeni fotoğraflara,yeni sözlere
Belki yeni keşiflere ya da yeni rollere
Günün sadece Güneş’le başlayıp bitebileceği yerlere
Gitmek,gitmek,gitmek (isterdim)
Kaçış diyorsanız öyle olsun
Fakat kaçışım sizden olur en fazla
Ben ise hep bende
Seslerinizin bastırıp belki duyamadığım seslerimi de duymaya, küçük bir kulübeye
Belki ilk tatilimi yapmaya
Gitmek,gitmek,gitmek (isterdim)
Ö.K

19 Ocak 2010 Salı

Bankta Otururkenee


Sokak lambasının istifini bozmayan, sabit ışığına karşın küçük, özgün hareketleriyle şekil alan su birikintisi fark edilmek üzere oradaydı.

Bazıları ordaki o küçük su birikintisine baktılar,aynı anlamsız gözlerlerle doğaya,insana,müziğe bakmışlardı,yürüdüler geçtiler.Zaten her şey anlamlandırılmıştı ya onlar için(!) ne gerek vardı huzurlarını kaçırmaya,düşünmeye,hissetmeye,karnının üstünde kelebekler uçurmaya !

Bazıları gördüler,su birikintisindeki güzelliği..Ama üstünden geçemezlerdi üstleri pislenirdi biraz da yürek isterdi hani su birikintisinden geçmek,onlar bulaşmadan kıyısından yavaşça süzüldüler.

Hah! Bu üstekilerin bir türü var,onlar tehlikelii olabilirler bazen..Suyu da güzelliği de görür,ölçer,biçer en uygun zamanda ortasına basıp bozarlar, çünkü onların güzelliğe tahammülleri yoktur,bozulsun isterler.Çirkin olanı "iyi" adı altında bi güzel yuttururlar bize,ruhumuz bile duymaz.(Eşşolueşek Ellsworth!)

Bazıları suya baktı, bir şeylerin farklı oldugunu sezinledi; ama anlayamadı.Bunun önemi olmadı çoğu zaman yeterliydi "farklı" denmesi.
Bir ağabeymiz ne demiş? ”Aranızdan çıkmadı bir adam!”
Alt tarafı figüransın be adam
Bazen kendini bir şey sanırsın
Hayal kuramayan bir zavallısın
Müzik dinler hissetmezsin
Kitap okur düşünmezsin
Onda bunda olmayan sende vardır
Ama amacın sadece farklı olmaktır
Kendinle konuşmaktan korkarsın
“p ise q” dur tüm mantığın...
Ö.K

Birileri vardır onlara çok rastlamazsınız, zaten figüran da değildirler.Kocamaan sahneleri vardır.Onlar bakarlar, görürler, düşünürler, hissederler ve karınlarındaki kelebek hiç eksik olmaz! Güzeli severler..Güzel olanı yapmayı..Güzel olanı dinlemeyi..Çünkü "ben"lerini severler ordan gelir zaten o değirmenin suyu...Tüm mesele varlıgından mutluluk duymaktır aslında.Onlar beyazdır; bütün renkleri barındırıp hiçbiri olmazlar.


(Belki de bankta oturup izlerler)

Pemranım-Özge Hanım.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Pek Muhterem İstanbul


Yılbaşı vesilesiyle İstanbula’a gittiğimiz gün bir cümle dikkatimi çekti.Konu babannem.Yüzyıllardır İstanbul’da yaşayan babannem ve dedem bir süredir Ankara’da bizimle birlikteler.İstanbuldaki hayatları öyle olağanüstü bir hayat değil ayda bir gidilen komşular dışında ev ortamında geçen huzurlu bir hayat.İşte yılbaşında İstanbul’a gittiğimiz de babannem şöyle bir cümle kurdu, “Vallahi Permacım sizin Ankara da güzel amma İstanbul bambaşka!”.Evet bu cümleye şiddetle katılıyorum;lakin bunu babannemin söylemesi pek bir acayip geldi.Çünkü;

Şöyle bir düşündüm babannem İstanbul’da neyi seviyor olabilir diye.Orda da evde oturuyor burada da evde oturuyor.Orda da uzaktakilere telefon ediyor burada da.Orda da pazara gidiyor burada da.Yani İstanbul bambaşka diyecek şekilde yaşanılan bir İstanbul hayatı yok ki ortada! E niye bambaşka o zaman? Nedir çekici gelen?

Düşünmeye devam ettim.İstanbuldaki komşular İstanbul’u onun için çekici kılıyor olabilir, dedim.Ama yok! Bahsedilen “bambaşkalık” İstanbul’un mükemmeliği; büyüklüğü, boğazı, yolu, denizi. Gidip keyfi çıkarılmadıktan sonra neyleyim denizini, doğasını..

Zamanın birinde hoş bir insan “İstanbul’da yaşamak mı, İstanbul’u yaşamak mı” diye sormuştu.
Bu işte birtakım kandırmacalar dönüyor gibi geliyor bana.


Pemra