21 Mayıs 2010 Cuma

KIRMIZI DERİ KOLTUK

Az önce maketteydim(gerçi az öncenin üzerinden biraz zaman geçti). Evden kendimce karışık bir giyim tarzıyla çıkmıştım. Kendimi yolda görsem “So eighties” ifadesiyle gözlerimi devirirdim ama kimsede öyle bir alarm durumu görmediğime göre her şeye rağmen ihtiyatlı giyinmişim. Oysa markete tebdil-i kıyafet gitmenin heyecanına kapılmıştım, sosyolojik araştırmalar falan
hayal ediyordum. Her neyse, meselemiz bu değil. Markette küçük bir kızın açılır kapanır kapıyı komuta etmeye çalışmasını izlerken artık bu yazıyı yazmam gerektiğine karar verdim. Sevgili (aslında takip etmeyen) takipçilerimiz, bu benim veda yazım. Burası da yazının toparlayamadığım tek kısmı olduğundan “neden” kısmını atlayıp bu yazıyla ya da vedayla hiçbir ilgisi olmayan küçük kıza dönüyorum, öbürü elbet bir şekilde ağzımdan kaçar: P

Küçük kızın markette açılır kapanır kapıya hükmetme çabaları beni biraz hüzünlendirdi doğrusu. En son ne zaman böyle bir girişimde bulunduğumu hatırlamıyorum. Ama bu saf inancımı kaybetmek beni korkutuyor. Büyüme telaşesiyle en önemli parçaları toparlayamadan bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz sanki, koşarken de elimizden parçalar yuvarlanıveriyor. Ah bu ergenlik fena dağıtıyor ortalığı. Tabii sonra yeni yeni parçalar topluyoruz ama gitmek zorunda mıydı öbürleri? Ne yani, bedel mi onlar, hayat “Ezel” değil ki durmadan bedel ödeyelim. Bence unutmuş da olabiliriz sadece. Tek yapmamız gereken hatırlamak, sonra tekrar inanabiliriz açılır kapanır kapıları bir sözümüzle açıp kapayabileceğimize, buradan İstanbul’a altı günde yürüyebileceğimize, uzaylıların sonunda gerçekten geleceğine, annemizin sigarasını camdan attığımızda bir daha içmeyeceğine ya da kanatsız uçabileceğimize.

Eh artık konuyu bağlamanın zamanı geldi. Belki de bu blog, hiç hak etmediği halde, bana o çocukluğu kaybetme duygularını hatırlatıyodur ama bana öyle geliyor ki bunu sadece üstteki paragrafa uygun bi sonuç olsun diye uydurdum. Emin olduğum asıl neden artık yazmayı canımın istemediği. Sadece içimden gelmiyor. Ay zaten pek yazdığım yoktu, hiç olmazsa böyle bir blog yazarının varlığı tamamen unutulmadan bir veda edeyim dedim. (En azından yazı yazmışlığım var bir iki kere, bunu yapmadan unutulanlar da var.) Ama ne yapacağım biliyo musunuz? Ben böye bi tane eski kırmızı deri bir koltuğum olsun istiyorum. Vintage. Şimdiden o koltuğun da yer aldığı bir sürü hayalden anım birikti. Belki de yeni açılır kapanır kapım o kırmızı deri koltuktur. Sakin bir İstanbul öğleden sonrasında o koltukta oturup kitap okumak da, o koltuğa kıvrılıp uçmak da mümkün olsun istiyorum. Ama önce koltuğumu bulmam gerek tabii. O koltuğu, kaybettiğim diğer her şeyle beraber bulmak üzere yola çıkıyorum o zaman. Kırmızı deri koltuğum, içine sıkışıp kaldığım bir kafes değil beni özgürleştiren kocamaaaaaaaaaaan bir dünya olacak. Ne yazık ki bu blog benim kırmızı deri koltuğum değil. Ben onu bulmaya gidiyorum. Dilerim siz de kendi kırmızı deri koltuklarınızı bulursunuz sevgili takipsiz takipçiler.

Hoşça kalın-güle güleyin (bir gün bu ikisini doğru anlarda söylemeyi başarabilirim bence)

(Aaa, aslında küçük kızın biraz ilgisi varmış neden’le)

Zeynep